Browse by:



Displaying: 61-80 of 166 documents


61. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Özlem Derin Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Kadavranın yaşam ve ölüm arasındaki anlamsız, tanımsız ve belirsiz konumuna odaklanan bu metin; karşılıklı ilişkiyle belirlenen gündelik yaşamın içindeki ben, öteki, ben-olmayan ilişkisini temel almaktadır. Ölü bedenin bozulma ve çürüme evresi, bir yandan kaçınılan bir iğrençliği açığa çıkarırken diğer yandan da bozulmanın, içte olanın-dışa taşmasının tuhaf çekiciliği kendisiyle karşı karşıya kalan kişinin bakışını avlamaktadır. Toplumda ben ve öteki arasında bir kontrol mekanizması olarak açığa çıkan izler-bakış, kadavra/ben’in yabancısı/canavarımsı olanla olan karşılaşmasında müstehcen-bakışa evrilmektedir. Julia Kristeva’nın, Abject (İğrenç) kavramının ben ve öteki, ben ve ben’i dışlayan kadavra anlayışı üzerinden ilerleyen düşünsel süreç, İvana Bašić’in “Abject Art” çalışmalarından örneklemelerle sürdürülecektir. Bu noktada esas amaç iğrencin yaşamdaki karşılığının ölüm ve sanatla olan ilişkisinin ne denli müstehcenlik yarattığı ve kendine yabancılaşmış olan insanın mevcut sınırları aşmasında benzer etkiyi yarattığının sergilenmesidir. Ölüm ve çürümenin getirdiği donuk metamorfoz hali, Bašić’in çalışmalarındaki kaygan ve sümüksü dokunun insan-canavar arası bir metamorfoz geçişini sergilemesiyle eş hale gelmekte ve tanımsız ve anlamsız olan yaşamın içine tehditkâr biçimde yerleşmektedir.

62. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Melike Molaci Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bir metnin alegoriler, semboller ya da mecazlar aracılığıyla söylediğini gizlemesi ya da söylediğinden başkasını söylemek istemesi, hakikatin doğrudan anlaşılamayacağını ya da aktarılamayacağını gösterir. Hermenuetik tarihinde alegorik yorumun üstünlüğünü vurgulayan ve onu düzanlama mahkûm etmeyen pek çok örneğe rastlanır. Alegorileri bir araç, alegorik yorumu da bir yöntem olarak benimseyen bu örneklerin en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz bu çalışmanın konusunu oluşturan Stoacılardır. Alegorilere olan yaklaşımları ve alegorik yorumu bir yöntem olarak kullanmalarıyla hermenuetik tarihinde önemli bir yer işgal eden Stoacılar, kadim metinlerde kullanılan alegorilerin söylediklerinden ötesini imlediklerini ve şairle filozofun aslında birbirinden çok da farklı olmadıklarını düşünürler. Mitoslara dair yorumlarıyla hem felsefi kuramlarını temellendirmeyi hem de bu kuramlar aracılığıyla geleneğe yönelik eleştirileri ortadan kaldırmayı amaçlayan Stoacılar, geleneksel imgeleri de belirli bakımlardan dönüştürürler. Alegorilerin felsefi bir araç olarak nasıl kullanıldığı, temellendirmelerde onlardan ne ölçüde yararlanıldığı, alegorik yorum ile neyin amaçlandığı ve geleneksel imgelerin nasıl dönüştürülebileceği, Stoacıların alegorik yoruma ilişkin yaklaşımlarında dikkate aldıkları hususlardır. Alegorik yorumun pek çok probleme cevap veren özgün bir yöntem olduğu öncülünden hareket eden bu yazıda, Stoacıların alegorik yorum etkinlikleri, geleneksel bir imgenin dönüşümü aracılığıyla tartışılmakta ve alegorinin üçlü işlevi temellendirilmeye çalışılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda mitosların, tragedyaların ve komedyaların eşsiz kahramanı Herakles’e dair Stoacı alegorik yorum örnekleri, alegorinin işlevi, anlamı ve kapsamıyla ilgisinde ele alınmaktadır. Bu iddia, izlek ve amaç doğrultusunda çalışmada ilkin Stoacılık öncesi mitoslarda, tragedyalarda ve felsefi metinlerde Herakles’in nasıl alımlandığı incelenmekte, ardından Stoacıların semboller ve metaforları kullanarak Herakles’in çoklu kişiliklerini felsefi açından nasıl yorumladıkları ve bu imgeyi nasıl dönüştürdükleri tartışılmaktadır.

63. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Serpil Durğun Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Amerikalı feminist tarihçi Joan Wallach Scott kadın deneyimlerine yer vermeyen ideolojik, kısmi ve çarpık tarihi aşan yeni bir tarihyazımının geliştirilmesini ister. Bu doğrultuda Scott, toplumsal yapıdaki ayrışma ve hiyerarşi kategorilerinden biri olarak ele alınan toplumsal cinsiyet kategorisinin, sınıf, ırk, etnik köken gibi diğer hiyerarşi kategorilerini de kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmasını önerir. Tarihi, zamansız olma iddiasındaki düşünceleri sorgulamamızı sağlayan ve böylece değişim hakkında düşünme imkânının yolunu açan bir disiplin olarak gören Scott, bu görüşünü özgürleştirici ancak sabit olmayan eleştirel tarih projesi olarak adlandırır. Söz konusu proje, Foucault’nun şimdinin tarihi dediği soykütüksel yaklaşıma karşılık gelir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen doğal ya da verili olduğu kabul edilen kavram ve kategorilerin soruşturulmasını içeren soykütüksel yaklaşımda tarihsel soruşturmaya şimdiden başlanır. Şimdiden geçmişe belirli bir kırılmaya ya da dönüşüme ulaşıncaya kadar gidilir ve ardından yakalanan kırılma ya da dönüşümün izi takip edilerek şimdiye gelinir. Böylece, insanın kendisini tanımasını sağlayacak olayların, diğer bir ifadeyle insanın düşündüğü, dile getirdiği, yaptığı şeylerle kendisini bir özne olarak nasıl kurduğuna ilişkin olayların tarihsel bir soruşturmadan geçirilmesi mümkün olur. Bu kapsamda makale, feminist tarihyazımında farklılığın birtakım amaçlara hizmet eden belirli bir tarihsel temsil olarak görülmesinde, Foucault’nun soykütük düşüncesinin yerini anlama amacına yöneliktir.

64. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Zeliha Dişci Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
This study aims to reveal the meaning of sovereignty in the context of Georges Bataille’s critique of capitalist society. In order to determine how Bataille thinks about sovereignty, it firstly touches upon the conception of the capitalist society of the thinker. It draws attention to the nature of the practices here limited to capitalist production and profit/usefulness. This limit causes people to be alienated and enslaved. Then, in the face of the limited, that is, homogeneous structure of capitalist society, this study deals with the heterogeneous structure of existence in Bataille’s view. It points out that the heterogeneous structure of existence is the primary condition of sovereignty and emancipation. It then clarifies the relationship of sovereignty with renunciation by determining the content of sovereignty. From the viewpoint of Bataille, sovereignty becomes visible through non-productive activities and therefore it is in contrast with the homogeneous society that exists with only productive activities. Pure productive activities are the most important activities that enslave humans and cancel sovereignty. According to Bataille, sovereignty dies in the life where concern bows to the future and the production. The way of capturing sovereignty in capitalist society is hidden in actions that give up being productive. Thus sovereignty is defined by the notion of expenditure rather than accumulation. The expenditure means renouncing possession and accumulation. To leave behind the forms of existence which are demanded by the capitalist society is to relinquish them. Consequently, the expenditure and relinquishing appear as two overlapping activities in sovereignty.

65. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
A. Dinçer Çevik Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Dünya’da bilim felsefesi çalışmaları büyük oranda “bilim pratiğini” odak noktası haline getirmişken, Türkiye’de zaten çok fazla ilgi görmeyen bilim felsefesi çalışmaları henüz bu değişimi yakalayamamıştır; Türkiye’deki bilim felsefesi çalışmaları daha çok bilim felsefesi tarihi veya bilim tarihi olarak adlandırılabilir. Pratik odaklı bilim felsefesine göre bilimi anlamak için analiz ve kavramların anlamlarını açıklama çabaları gerekli olsa da bu tek başına yeterli değildir. Bilim insanlarının çalışma pratiğini belli bir amaç doğrultusunda, tercihen, felsefecilerin dışarıdan dayattıkları ile değil bilim insanlarının kendileri tarafından belirlenen bir amaç doğrultusunda incelemeleri daha anlamlıdır. Bu makalede bilim felsefesi ve bilim pratiği arasındaki karşılıklı ilişkiyi durum çalışmalarından hareketle inceleyerek ana akım bilim felsefesi yerine bilim pratiğini odağa alan yaklaşımın doğru şekilde kavrandığında yöntem olarak bilim felsefesinin normatif/betimleyici ikileminden bağımsız şekilde ele alınabilmesinin yollarını göstermesi açısından daha verimli olduğunu iddia ediyorum.

66. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Nazım Gökel Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Thomas Nagel’ın artık bir klasik haline gelmiş olan “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” (1974) başlıklı makalesinin belki de en önemli etkisi olarak, tabi ki bu dönemdeki benzer sezgilerle hareket eden diğer felsefecilerin de katkılarıyla, bilinç sorununu tekrar ana gündem maddesi haline getirmesi gösterilebilir. Fakat Nagel’ın herhangi bir organizmanın bilinçli bir deneyime sahip olmasını o organizma olmak gibi bir şeyin mevcudiyetine sıkı sıkıya bağladığı meşhur tanımı özgün bir tanım değildir; çünkü bu fikir daha önce Farrell (1950) ve Sprigge (1971) tarafından dile getirilmiştir. Bu makalede, ilk önce Farrell’ın deneyimin niteliklerini reddetme nedenini açıklamaya çalışacağım. İkinci bölümde ise, Sprigge’in düşüncelerini, özellikle bilinç ve ereksel nedenler arasındaki içsel bağı, ana hatlarıyla sunmaya çalışacağım. Böylece, literatürde adları sadece arada sırada dipnotlarda veya kaynak bölümlerinde geçen bu düşünürlerin görüşlerine geniş yer vererek çağdaş zihin felsefesi tarihindeki bir eksikliği kısmen gidermeyi amaçlıyorum. Sonuç bölümünde ise, Farrell, Sprigge ve Nagel’ın görüşlerini karşılaştırarak Nagel’ın (1974) makalesinin, diğer orijinal yanlarının dışında, özellikle hangi noktada çok önemli ve özgün bir tespitte bulunduğunu açıklayacağım.

67. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Yusuf Buhurcu Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışmanın amacı çağdaş Fransız düşünür Emmanuel Levinas’ın komşuluk kavramını açıklamaktır. Bu konu daha önce semavi dinlerde de yer almasına rağmen onu felsefi bir mesele olarak ele alan Emmanuel Levinas olmuştur. Bu nedenle Levinas’ın komşuluk kavramını ve ona temel oluşturan başkalık felsefesini anlamak önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle Levinas’ın komşuluk düşüncesinin temelini oluşturan başkalık düşüncesinin çeşitli veçheleri gösterilecektir. Böylece etiği ontolojiye önceleyen Levinas’ın temel düşüncesine dair bir açıklama da yapılmış olacaktır. Bununla birlikte komşuluk kavramının nasıl olup da etik zemininden varlık alanına ve oradan da siyasete uzanan bir yol izlediği gösterilebilecektir. Levinas’ın felsefesinin değişken ve zorlu yapısı da göz önüne alındığında onun açık bir şekilde izah edilmesi de zorlaşmaktadır. Bu çalışma da bu zorlu ödeve talip olmanın bir sonucu olarak hazırlanmıştır. Böylece, Levinas’ın komşuluk kavramına yönelik sorularının çağdaş felsefeye bir yol göstermesi ümit edilmektedir.

68. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Volkan Çifteci Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
This paper attempts to reveal the meaning of Heideggerian self on the basis of time. In the course of this, it examines Heidegger’s following terms: time, the self, the world and Being. In the present paper, the notions of anxiety, death, the call, freedom, transcendence, resolution and temporality (time) constitute a frame for articulating the meaning of the authenticity of Dasein. The road to the authentic self is challenging since it is not something already given; rather, the self is something to be accomplished. Dasein must accomplish it by making life its own. To achieve this, the elaboration of the meaning of “the Being of beings” in the exploration of Dasein must be the first step. For it is Dasein who can give an answer to the question of the meaning of “Being”.

69. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Soner Soysal Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışmada David Hume’un, insanların beğenileri arasında var olduğu açık bir şekilde görülen farklılıklara rağmen, beğeninin bir standardının bulunduğuna yönelik iddiası incelenecektir. Hume beğeni standardını, ilk kez, 1757 tarihinde yayımlanan Of the Standart of Taste başlıklı makalesinde ele alır. Hume’un söylediklerini tartışmalı hale getiren iki unsur vardır: Birincisi Hume gibi, deneyimden bilgi edinmenin en önemli olanaklarından biri olan tümevarımsal akıl yürütmenin temellerini sarsan bir eleştiri ortaya koyan deneyci bir filozofun, bir beğeni standardının var olduğunu iddia etmesidir, ikincisiyse, onun bu iddiasını ortaya koyarken başvurduğu yolların tümevarımsal bir akıl yürütme içeriyor gibi görünmesidir. Bu nedenlerle, Hume’un beğeni standardıyla ilgili argümanlarını detaylı bir şekilde incelenmesi amaçlanmıştır. Ancak böylesi bir inceleme kapsamlı bir çalışmayı gerektirdiği için, bu inceleme iki aşama üzerinden gerçekleştirilmiştir. İncelemenin birinci aşaması, şu an karşınızda bulunan bu makale olup, burada Hume’un insanlar arasında beğeni farklılıkları olduğunu açıkça görmesine rağmen, nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele alınıyor. Hume’un bu beğeni standardının kaynağını nerede gördüğü; beğeni farklılıklarıyla bu standardı nasıl bağdaştırdığı; Hume’un beğeni standardının ortaya çıkmasını sağlayacaklarını iddia ettiği ideal eleştirmenlerin taşıması gerektiğini söylediği niteliklerin neler olduğu ve bunların Hume’un genel felsefi eğilimleriyle ilişkilerinin neler olduğu gibi konular bu makalede ele alınmamış olup, ayrı bir makale olarak sunulacaktır.

70. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Zeynep Savaşçin Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Kant’ın hukuk teorisinin, onun eserleri arasında, özellikle de üç Kritik’e kıyasla, daha az ilgi gören bir alan olduğunu söylemek yanlış olmaz. Oysa Ahlak Metafiziği’nin ilk bölümü tümüyle bu alana ayrılmıştır. “Hukuk Öğretisi” başlığını taşıyan ve hukuku ahlak yasası zemininde pratik aklın a priori ilkelerinin iki alanından biri (diğeri “Erdem Öğretisi”dir) olarak tesis eden bu bölüm, kendi başına ele alındığında, hukukun Kant felsefesindeki ayrıcalıklı yerini fark etmemiz için yeterli olmayabilir. Ancak bu öğretiyi ve aslında ona bir giriş niteliğinde olan “Teori ve Pratik” diye anılan yazıyı siyaset, tarih ve hukuku konu alan diğer kısa yazılarla, özellikle de bu yazılara damgasını vuran refleksif yargılarla ilişkilendirerek okuduğumuzda, hukukun, insanın akıl sahibi ve ahlak yasasına tabi bir varlık olarak kendini, yani özgür varoluşunu gerçekleştirmesi için ne denli vazgeçilmez bir alan açtığını fark ederiz. Bu çalışma böyle bir okumaya dayanarak Kant’ta hukuk öğretisinin, bu öğretide ortaya konan kamusallık ilkesi ve yurttaşlık anlayışının, ahlak felsefesi ve özgürlük problemi açısından merkezi bir öneme sahip olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.

71. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Demet Kurtoğlu Taşdelen Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Devinen bilgi kavramının araştırılması performatif felsefe araştırma alanı içerisinde verimli olabilecek bir alan açmaktadır. Bu bağlamda, felsefe yapma biçimi için önemli bulduğum üç soru tipini hem ayrı ayrı hem de ilişkileri içerisinde araştırmaya çalışacağım. İlk olarak felsefenin geleneksel olarak kabul edilen “nedir?” soru tipine ilişkin yorumlamamdan yola çıkacak, sonrasında ise nasıl’ın bilgisinden farklı olarak sorduğum “nereden/nasıl anlarız?” soru tipinin Bergsoncu sezgiden zekâya giden yöntemle nasıl pratiğe dönüştürülebileceği üzerinde duracağım. Nedir’li soruların deneyimin içinden ve süreç içerisinde sorulmalarının önemini vurgulayacak ve bizi deneyimin kendisi içerisine yerleştiren “nereden/nasıl anlarız?” soru tipinin “olma haline nasıl geçeriz?” soru tipine nasıl zemin hazırladığını araştıracağım. Nedenleri ve sonuçları tam olarak belirleyip bilemeyeceğimiz, “olma halleri”ne geçebilmek için yaratılan performatif ortamlar aracılığıyla olanakların deneylenmesi sonucu üretilen devinen bir bilgi türünden söz edeceğim. Felsefeye performatiflik içerisinden yaklaştığımızda ve yaratılan olma halleri’ni felsefe yapma biçiminin temeline koyduğumuzda, felsefenin birarada-üretilen bilgi için ortamlar yaratan bir pratiğe dönüştüğünü göstermeye çalışacağım.

72. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Seçil Özdemir Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Modern doğa tasarımının oluşumunu Kopernik ile başlatmak gerekmektedir. Çünkü, onun ortaya koyduğu evren tasarımı, Aristoteles’in ve Batlamyus’un düşüncelerine dayalı evren tasarımının eksikliklerine dikkat çektiği gibi, onların tasarımından kaynaklanan insana, doğaya ve evrene ilişkin yerleşik kabullerin değişmesinin ve yeni kabullerin oluşmasının başat nedenidir. Bundan dolayı ileri sürdüğü yeni evren tasarımı ancak Brahe’nin, Galileo’nun, Kepler’in ve Newton’un çalışmalarıyla tamamlanabilmiştir. Bilimsel gelişmeler ve dönemin düşünce yapısı üzerinde durulmuştur. Bu makalenin amacı da sözü edilen bu gelişimi adı geçen bilim insanlarının başarıları ışığında anlattıktan sonra, modern döneme egemen olan doğa tasarımının belirgin bir resmini oluşturmaktır. Resmin bütünüyle fizik ve astronomideki gelişmeler ışığında oluşturulduğuna dikkat edilmelidir.

73. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Aysun Aydin Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışmada, John Rawls’un yeniden dağıtım teorisi ile Robert Nozick’in yetkilenme teorisinin bir karşılaştırması sunulacaktır. Bir tarafta Rawls’un hem toplumsal sözleşme teorileri arasındaki yeri bakımından hem de önerdiği yeniden dağıtım teorisi bakımından önemli olan adalet tezi yer alırken; diğer yanda Rawls’a adeta meydan okuyan ve yeniden dağıtım ve sözleşmeyi reddederek bireyi ve bireyin kendi üzerindeki tahakkümünü öne çıkaran Nozick’in yetkilenme teorisi yer alır. İki teoriyi toplumsal işbirliği ve bireycilik, sosyal-dağıtıcı adalet ve bireysel adalet, tercihlere/yeteneklere duyarlılık ve bireysel haklar kavramları bağlamında karşılaştırmak mümkündür. Bu bağlamda, bu çalışmanın amacı iki düşünürün teorilerini hem kendi içlerindeki tutarlılık bakımından değerlendirmek hem de bireysel haklar ve tercihlere/yeteneklere duyarlılık açısından ele almaktır. Bu karşılaştırma iki görüşün toplumun temel yapısını belirleyen kabullerini göstermek ve genel olarak toplumsal birliktelik veya işbirliği ve bireycilik karşıtlığına örnek olması bakımından önemlidir. Aynı zamanda, bu karşılaştırma bireysel hakların ve tercihlerin sınırlarını gösterebilmek açısından da bir öneme sahiptir. Bu amaçla, öncelikle Rawls’un yeniden dağıtım teorisi daha sonra Nozick’in yetkilenme teorisi ele alınacaktır. Son olarak, bireysel hak ve tercihlere/yeteneklere duyarlılık kavramlarının iki düşünürün teorilerindeki yerleri ve kabulleri karşılaştırılarak sunulacaktır. Bu bağlamda, bu konuda görünen karşıtlığın iki teorinin kavramsal arka planları göz önünde bulundurulduğunda tam anlamıyla bir karşıtlık teşkil edip etmediği sorgulanacak ve Nozick’in eleştirilerine karşı Rawls’ın birey ve hak kavramsallaştırmasının tutarlılığı ve uygulanabilirliği savunulacaktır.

74. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Nefise Barak Orcid-ID

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışma Immanuel Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi eserinin “Teleolojik Yargı Yetisinin Eleştirisi” bölümünde teleolojinin organik formların açıklanışında nasıl bir rol oynadığını göstermeyi hedeflemektedir. Eserin bu bölümünde canlı doğa sorununu ele alan Kant, mevcut teleolojik açıklama biçimini eleştirerek teleolojiye kendi felsefesi kapsamında yeni bir anlam atfetmiş ve onu zihnin düzenleyici bir ilkesi olarak tayin etmiştir. Böylelikle Kant mekanik doğa tasavvuru içinde organik formların açıklanışının felsefi temellendirmesini çelişkiye düşmeden gerçekleştirebilmiştir. Betimsel bir anlatımla ilerleyecek olan bu çalışmada, öncelikle Kant’ın karşı karşıya kaldığı canlı doğanın Kant için nasıl bir sorun haline geldiği gösterilecektir. Devamında ise sorunun tarihsel art alanı ele alınacak, modern dönem içinde mekanik doğa tasavvurunun nasıl şekillendiğine ve biyoloji alanındaki gelişmelere özellikle Preformasyon ve Epigenesis yaklaşımlarına yer verilecektir. Böylece doğayı mekanik bir biçimde görmenin yetersizliğinin nasıl ortaya çıkardığı gösterilecek ve Gottfried Leibniz’in canlı doğa sorununa dair teleolojik yaklaşımına kısaca değinilecektir. Son olarak Kant düşüncesindeki teleoloji eleştirisi ortaya koyulacak ve Kant’ın organik yapıların açıklanmasına yönelik çözümü ile modern dönemde teleoloji sorununun tarihsel bir değerlendirmesi ele alınacaktır.

araştirma makaleleri /research articles

75. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Cevriye Demir Güneş

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Avrupa’da Nazi Almanyası ve II. Dünya savaşı sonrasında “Alman Suçluluğu” kavramı temelinde tartışılan bağışlama sorunu, Levinas tarafından Mişna’da geçtiği şekliyle ele alınır. Yoma Risalesi, “İnsanın Tanrı’ya karşı kabahatleri Kefaret Günü’yle bağışlanır; insanın başkasına karşı kabahatleri Kefaret günüyle bağışlanmaz, meğerki öncelikle o kişinin gönlünü almamış olsun...” (Yoma Risalesi, 85a-85b) der. Makalede Levinas’ın bağışlama fikri ve Heidegger ile olan ilişkisi Mişna’da dile getirildiği ve Levinas’ın “azizlik etiği”nde konumlandığı şekilde irdelenmektedir. İnsanın Tanrı’ya ve Başkası’na karşı işlediği suç ve bağışlama koşullarını içeren makalede, Levinas’ın Dört Talmud Okuması adlı eserinde bağışlama sorununu Heidegger’i anarak tartışmış olmasının anlamı ve bu tartışmanın Heidegger’i bağışlama olanağı taşıyıp taşımadığının sorgulanması ele alınmaktadır. Levinas bağışlama fikrini, bağışlamayı olanaklı kılan “mağdurun iyi niyeti” ve “suçlunun tam bilinçliliği” koşullarını açığa vuran Talmud hikâyelerinden yola çıkarak ortaya koyar. Bağışlamanın diyalektiğine işaret eden hikâyelerden ikincisi, Nazi dehşetinin açığa çıkardığı “nafile acı”yı anımsatacak bir şekilde Heidegger anılarak ortaya konur. Hikâyede hocası Rabi Hanina’ya karşı suç işleyen ve hocasından on üç yıl boyunca Kefaret Günü’nde bağışlanma dileyen öğrenci Rabi’nin “bağışlanmasının çok zor olduğu” yorumu Levinas tarafından Nazi zulmüyle ilişkisi bağlamında Heidegger’e uyarlanır: “Çoğu Alman’ı bağışlayabiliriz, ama bağışlamanın zor olacağı Almanlar da vardır. Heidegger’i bağışlamak zordur. Hanina hakkaniyet ve insaniyet sahibi Rabi’yi aynı zamanda son derece parlak birisi olduğu için bağışlayamadıysa Heidegger’i bağışlamak daha da zordur”. Levinas’ın Heidegger’i diğer Almanlardan ayrıcalıklı görerek öğrenci Rabi’nin durumuyla benzerliği içinde ele alması ve Nazi Politikasıyla/dehşetiyle ilişkisi içerisinde bağışlanmasının olanağı ve olanaksızlığı üzerine düşünmesi, özellikle bunu bir azizlik ilişkisi çerçevesinde tartışmaya açması, Heidegger’e atfettiği değerin ve onunla hesaplaşmasının büyüklüğünü gösterir. Makalede Başkası’nın hatalarını da üstlenen sonsuz sorumlulukla şekillenmiş, varlığın ötesindeki iyi’yi açığa çıkaran Levinas’ın “azizlik etiği”nin Heidegger’i bağışlama olanağı taşıdığı ileri sürülmektedir
76. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Pakize Arikan Sandikcioğlu

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Duyu verisi kuramı algılamada doğrudan farkındalığına sahip olunan şeyin, dışsal, fiziksel nesneler değil, ‘duyu verisi’ adı verilen ve nesnelerin algılanmasına aracılık eden bir takım zihinsel unsurlar olduğunu iddia eder. Duyu verisi kuramının en güçlü argümanı, yanılsama, sanrı, çift görme gibi algılanan nesnenin kendisi ile doğrudan farkındalığına sahip olunan şeyin örtüşmediği algısal durumlara dayanır. Buna göre, görünen ve gerçekliğin arasında olduğu düşünülen bu farklılık, doğrudan farkındalığın nesnesinin duyu verileri olması gerektiğini gösterir. Öte yandan, bazı düşünürler algısal verinin fenomenal olarak belirsiz olabileceği, dolayısıyla duyu verilerinin var olduğu iddiasının makul olmadığını dile getirerek duyu verisi kuramını reddetmektedirler. Bu çalışmanın amacı, ‘benekli tavuk’ adı ile anılan bu argümanı değerlendirip duyu verisi kuramının yanlışlığını ortaya koyamadığını göstermektir. Bunun için Fred Dretske’in algıyı ‘şeylerin farkındalığı’ ve ‘gerçeklerin farkındalığı’ olarak sınıflandırdığı kuramı temel alınacaktır.
77. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Dilek Yargan

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Veri bilimi günümüzün en önemli uğraşlarından biri sayılmakta, veriye verilen önem ve değer günden güne artmaktadır. Bu durumun ardındaki neden makinelerin veri depolama, toplama, üretme ve işleme kapasitesindeki olağanüstü artıştır. Enformasyon sistemleri makinelerin bu yetilerinden faydalanarak bilgi üretimine makineleri dahil etmek için çeşitli modellemeler geliştirmektedir. Ancak, veri yapılandırmasındaki çeşitli esneklikler modellerin değiştirilmesi ve/veya geliştirilmesi süreçlerinde sıkıntılara neden olmaktadır. Oluşabilecek kavramsal, teorik ve pratik uyumsuzlukları çözmek hedefiyle, felsefi bir uğraş olan ontoloji bilgi temsilinde ortaklık oluşturması için bilgisayar ve bilişim bilimlerinde, öncelikle enformasyon yönetimi sistemlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Ontolojiler, temel olarak, bir alanın bilgisinin standardizasyonunu sağlamak için kurulurlar. Ancak her bilim kendi sorusu etrafında çalışmalar yaptığından farklı ontolojik seçimler standartlaşmalarda uyumsuzlukları beraberinde getirir. Bu nedenle, bilimsel ontolojik seçimlerinde ortaklaşma sağlayacak bir sisteme, yani tam da felsefi ontolojilerdeki gibi varlığa ait en üst kategorileri standartlaştıran bir sisteme ihtiyaç vardır. Yazımızda bu standartlaştırmanın, yani üst düzey ontoloji inşasındaki seçimlerin felsefi temellerini inceleyeceğiz. Ardından, belirli felsefi yaklaşımlara göre bir üst düzey ontoloji oluşturacağız.
78. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Okan Akkin

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu metinde Deleuze ve Guattari (D+G)’nin demokrasi kavrayışı, algılamlar ve duygulamlar ile düşünen sanatın “demokratik-oluşa” ilişkin hayal gücüne dayanarak ele alınacaktır. Demokrasi, D+G için ulaşılması düşlenebilecek siyasi bir hedef ya da dünya için uygun bir yönetim biçiminin adı olmadığı gibi, bir temsil mekanizması olduğu kertede—çoğunluk tahakkümünü desteklediği için—negatif anlamlarla yüklü bir sistemdir. Demokrasiyi olumlamanın tek yolu onu bir toplumsal ölçüm aracı olarak sabitleyen yönetimsel boyutundan arındırıp eksilterek “çokluk” ve “oluş” ile yeniden ilişkilendirmektir. Bu bağlamda, demokrasi ancak demokratik-oluş, devrimci-oluş ve azınlık-oluş kavramlarıyla bir arada ele alındığında olumlanabilir. Öte yandan, demokrasi hakkında fikir yürütmenin yegâne yöntemi ana akım siyaset felsefesi yapmak ya da meslekten siyasetçilik değildir. “Sanatın kendiliğinden siyaseti” demokratik-oluşu düşünmek için yararlı olabilir; çünkü kendisi de bir düşünme biçimi olan sanat, siyaset üzerine düşünürken, gündelik hayatta gerçekleşmesi zor olan ya da üzerinde ancak kuramsal düzeyde konuşulabilecek çoğu meseleyi, yalnızca eserin kendi dünyasında olsa da, yaşayan bir düzleme yerleştirebilir. Kısacası, bir temsil aygıtına dönüşmediği takdirde, sanat ilgili olduğu tüm oluşların yanı sıra demokratik-oluşu düşünmenin de vasıtası olabilir.
79. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Sibel Kibar

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışma, son yıllarda muazzam düzeyde artan göç dalgalarıyla ve göçmenlik talepleriyle yaşanan insanlık krizine yönelik üretilen felsefi argümanları değerlendirmekte ve eksiklerini sergilemektedir. Felsefecilerden Carens, Kukathas, Wilcox ve Blake gibi bazıları sınırların zor durumdaki göçmenlerin tamamına açılması gerektiğini savunurken; Miller, Wellman, Rawls, Kymlicka ve Walzer gibi diğer düşünürler, devletlerin de hakları olduğunu ve dilediğinde sınırlarını dilediği göçmenlere veya mültecilere kapatabileceğini savunurlar. Pogge ve Wellman, yoksul, siyasi baskı altında ve/veya savaş koşullarında yaşayan insanlara sınırların dışında yardım etme ödevini gerekçelendirirler. Esasen liberal eşitlikçi adalet kuramcılarının çoğu, göç konusunda koşulsuz şartsız sınırların açılması tezini savunamamaktadırlar zira göç olgusu ulusal düzeyde adaletin nasıl dağıtılacağından çok daha çetrefilli bir konudur. Bu çalışmada, sınırların göçmenlere açılması, sınır kontrolünün devletin hakkı olduğu ve sınırların dışındaki tahakkümün engellenmesi olarak adlandırılabilecek yaklaşımların argümanları değerlendirilerek; sınırların açılması talebinin hem göçmenler hem de mevcut vatandaşlar açısından pek çok olası tehlikeyi (aracı mafyatik sektörlerin doğması ve beslenmesi, güvenlik tehdidi, açlık, yoksulluk, işsizlik, kamusal yaşama aktif katılamama vb.) göz ardı ettiğini vurgulanmaktadır. Öte yandan, sınırların göçmenlere kapatılması yaklaşımı ise, göç edilmek istenilen ülkelerin savaşlardaki ve küresel yoksulluktaki payını görmezden gelerek, mültecilerin ve göçmenlerin yaşam hakkını hiçe sayar. Sınırların açılmaması gerektiğini savunanlardan Wellman ve Pogge tahakküm olgusuna dikkat çekerek, sınırların dışındakilere maddi ve teknik yardım sağlayarak ve askeri müdahaleyle tahakkümün önlenmesi gerektiğini savunurlar. Bu çalışmada, tahakküm altındaki ve özellikle ölüm kalım savaşı veren insanlara karşı ahlaki olarak yükümlü olduğumuz ama bu ahlaki yükümlülüğün içeriğinin ve kapsamının sınırların iki tarafındaki tahakküm ilişkilerini göz önünde bulundurarak belirlenmesi gerektiği ortaya konulmaktadır. Göç olgusu ve göçmenlerin maruz kaldıkları tahakküm ve temel insan hakları ihlalleri, bir tarafta egemen devletlerin hakları diğer tarafta mültecilerin veya göçmenlerin yaşama hakkı ikileminden farklı bir düzlemde tartışılmalıdır. Tahakkümü önleyecek kalıcı mekanizmalar yaratılmadan, göçmenleri içeride de dışarıda da ölümden daha ciddi tehlikeler beklemektedir.
80. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Aysun Aydin

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışmanın amacı Fransız düşünür Maurice Merleau-Ponty’nin fenomenolojik yaklaşımını bir bedenlenme teorisi olarak ele almak ve düşünürün kavramsal çerçevesini bedenlenmiş özne ya da bedenlenmiş bilinç kavramı bağlamında sunmaktır. Merleau-Ponty’nin felsefesi öznenin dünya ile ilişkisini algı fenomenolojisi temelinde sunan ve bu noktada algının öznenin bedenselliğinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini, algının öznenin bu dünyada bedenli bulunuşuna ait olduğunu söyler. Bu bağlamda düşünür algı zemininde bir beden fenomenolojisi sunar. Merleau-Ponty’nin kendisinin de sıklıkla dile getirdiği gibi, düşünürün bu yaklaşımı geleneksel felsefenin epistemolojik ve ontolojik ayrımlarına, özne ve düşünme süreçlerine dair tanımlamalarına bir karşı çıkıştır. Bununla birlikte, çağdaş ontolojik tartışmalarda, düşünürün felsefesi ve sözü edilen bağlamda sunduğu bedenlenme kavramsallaştırması felsefenin farklı alanlarında ilgi görmekte ve bu tartışmalardaki bedenlenme teorileri arasında yer almaktadır. Bu bağlamda, bu çalışmanın amacı, Merleau-Ponty’nin bedenlenme fenomenolojisini bilinç-beden bütünlüğü kavramı çerçevesinde ele almak ve düşünürün felsefesini geleneksel düalizmlere ve bu düalizmlerin çağdaş felsefedeki yansımalarına bir karşı çıkış olarak değerlendirmektir.