81.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Soner Soysal
David Hume’un Beğeni Standardı II:
Kaynak, İdeal Eleştirmenler ve Standard
abstract |
view |
rights & permissions
Bu çalışma, David Hume’un beğeninin bir standardı olduğu iddiasına yönelik incelememin ikinci aşamasıdır. Böyle bir incelemeye başlamamın nedeni, çalışmanın birinci aşamasının başından da söylediğim gibi, açık bir şekilde görülen beğeni farklılıklarına rağmen, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştiren deneyci bir filozof olan David Hume’un beğeninin bir standardı olduğunu iddia etmesidir. Deneyci bir filozof olduğu için, Hume’un bu standardı a priori ya da doğuştan idelere dayandırma olanağı yoktur. Diğer taraftan, Hume, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştirerek, deneyimden tüm insanlar için bir ölçüt olabilecek kesinlikte bir bilgi ya da standart üretmenin olanağını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. İncelemenin birinci aşaması olan “David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart” başlıklı makalede, Hume’un beğeni farklılıklarına rağmen nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele almıştım. İncelememin ikinci aşaması olan bu çalışmada ise, Hume’un beğeni standardının sanat eserlerinin bazı nitelikleriyle insan zihninin doğal yapısı arasındaki bir uyuşmadan kaynaklandığı iddiasını ve bu standardı belirli niteliklere sahip ideal eleştirmenler üzerinden nasıl açıkladığını ele alıp, Hume’un beğeni standardı tartışmasının genel bir değerlendirmesini yapacağım.
|
|
|
82.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Celal Yeşilçayir
Farabi’nin Eğitim Felsefesi Bağlamında Din ve Felsefeyi Konumlandırışı
abstract |
view |
rights & permissions
Antik Yunan Felsefesi ile İslam dini arasında sentez inşa etmeye çalışan Farabi, sonraki dönemlere oldukça zengin bir düşünsel miras bırakmıştır. Onun düşünsel mirası bağlamında eğitimle ilgili kaleme aldığı düşüncelerin de önemli bir payının olduğu anlaşılmaktadır. Onun eğitim felsefesi, siyaset ve ahlak anlayışları ile yakın bir ilişki içinde olmakla birlikte bu alanda belirgin bir biçimde karşımıza çıkan iki unsur din ile felsefedir. Böylelikle onun, söz konusu sentezci yönteme eğitimle ilgili düşünceleri çerçevesinde de başvurduğu ortaya çıkmaktadır. Elinizdeki çalışmada Farabi’nin din ve felsefeyi eğitim alanında nasıl konumlandırdığının ele alınıp, irdelenmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda toplumun birliğini sağlama ve insanların yetkinleşmesi sürecinde din ile felsefeye yüklenen anlamlar serimlenmektedir. Son tahlilde ise onun eğitim felsefesinde din ile felsefenin kendi aralarında nasıl ilişkilendirildiğinin ve derecelendirildiğinin de tartışılması amaçlanmaktadır.
|
|
|
83.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Çağlar Karaca
Schrödinger’in Yaşam Nedir? Kitabı, Gen-Merkezcilik ve Biyolojik Organizasyon
abstract |
view |
rights & permissions
Bu makalede, Erwin Schrödinger’in kuramsal biyolojiye önemli bir katkıda bulunan Yaşam Nedir? adlı kitabındaki fikirlerini ve bu kitabın da etkisiyle gelişen gen-merkezci yaklaşımı eleştirel olarak değerlendirmeyi amaçlıyorum. Schrödinger’in canlılık konusundaki entelektüel mirasının tartışmaya açılması moleküler biyolojinin yaşam bilimlerinde hakim hale gelişinin ve yaşamın organizasyona dayalı temelinin anlaşılması açısından özel bir önem taşıyor. Yayınlandığından beri biyoloji felsefesinde önemli tartışmaları beraberinde getiren Yaşam Nedir? kitabı, yaşamı termodinamiğin yasaları doğrultusunda ele alması açısından biyolojide organizasyonu vurgular. Bununla birlikte Schrödinger’in canlılığın kodu olarak tasavvur ettiği aperiyodik kristal kavramı gen-merkezciliği destekleyen öncül fikirleri barındırmaktadır. Schrödinger, canlı varlıkların doğadaki entropi artışı eğilimiyle baş etmesi gereken nitelikte olması gerektiğini savundu ve bu görüş, canlılığa dair temel bir ilke olarak yaygın kabul gördü. Schrödinger’in yaşamın düzenliliğini mikro düzeyde aperiyodik kristal hipotezi ile açıklama girişimi ise nispeten daha tartışmalıdır. Makalede, bu tartışmalı konuları aydınlatmak amacıyla Schrödinger ve ardından gelişen gen-merkezci yaklaşımlara yönelik eleştirileri ele alıyorum. Ardından, gen-merkezciliğin sınırlılıklarına karşı yaşamın organizasyonunun organizma seviyesinde ele alınması değerlendiriyorum. Bu görüş, Kant’ın self-organizasyon kavramıyla tanımladığı, parça-bütün ilişkilerindeki karşılıklılığı temel alır. Son olarak, yaşamın organizasyonuna dair felsefî yaklaşımları ve entropinin buradaki rolünü tartışıyorum. Organizma düzeyinde ve organizma-çevre ilişkisindeki çoklu etmenlerin geri-besleme ilişkilerine dayanan ağ yapısı, gen-merkezciliğin indirgemeci yaklaşımına karşı kapsayıcı bir alternatif sunmaktadır.
|
|
|
84.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Pınar Türkmen Birlik
Taylor’ın Liberal Anlayışında Ahlak, Dil ve Politika Teorilerinin Etkileşim Noktaları Üzerine Bir Değerlendirme
abstract |
view |
rights & permissions
Charles Taylor, içinde yaşadığı kültürün ve genel anlamda Batı dünyasının yaşadığı sorunları, ortaya koyduğu liberal politika anlayışı kapsamında çözüme ulaştırmaya çalışan önemli bir yirminci yüzyıl düşünürüdür. Politika felsefesinin yerini politika yapma eğilimine bıraktığı yirminci yüzyılda, Taylor ortaya koyduğu anlayış ile bu eğilimden kendini ayırır. Ona göre, yaşadığı çağın sorunlarının üstesinden gelebilmek için ortaya konulan tezlerin ahlaki bir motivasyona da sahip olması gerekir. Dolayısıyla Taylor için yapılması gereken şey, modernitenin insan doğasında birtakım ahlaki sezgilerin varolduğu tezine geri dönmek ve dilin dolayımında kendini bulan insanı, ahlaki bir varlık olarak düşünmektir. Taylor’a göre, dili kullanarak kendini ve içinde bulunduğu durumu yorumlayan bir hayvan olarak insan, pratik aklın yol göstericiliğinde, sahip olduğu ahlaki sezgilerden hareketle, yönünü bulmaya ve yaşadığı bu süreci ifade eden kendi anlatısını oluşturmaya çalışır. Taylor’ın arzu ettiği liberal toplumun yapı taşını oluşturacak olan bu birey, ahlaki alanda yolunu, ahlaki sezgilerinden hareketle keşfettiği “iyi” anlayışı ile belirler. Bu “iyi” anlayışı temelde dilin dolayımında kendini gösteren “hermeneutik döngü” anlayışı ve insan doğasının diyalojik karakteri kapsamında kendini gösterir. Kişi hermeneutik döngü sayesinde, hem kendi iyisini hem de içinde yaşadığı toplumun iyisini kavrayan, bu iyiyi yeniden yorumlayabilen bir benlik anlayışına sahip olur. Böylece Taylor’da dilin dolayımında, kişinin ahlaki olarak sahip olduğu kendi “iyi” anlayışı ile ilişkilerinin yönünü belirleyen “kamusal iyi” anlayışı içiçe geçmiş olur. Bu bağlamda çalışmamız, Taylor’ın anlayışında ahlak, dil ve politika üçlüsünün birbirleriyle temasta olduğu bu noktaları göstermeyi ve onların birbirleri ile nasıl bir ilişki kurduğunu serimlemeyi amaçlamaktadır.
|
|
|
85.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Neslihan Doğan
İki Farklı Evren Tasarımı:
Platon ve Aristoteles’te Bilim
abstract |
view |
rights & permissions
Bilme ediniminin kendisi ile eş güdümlü bir biçimde ilerleyen ve kapsamlı bir sorgulamayı içerisinde barındıran bilim, köklü bir anlama ve anlamlandırma etkinliğidir. Özünde dış dünyanın niceliksel ve niteliksel olgularını açıklama amacında olan bu etkinlik, tarihsel olarak da oldukça eskiye dayanmaktadır. Özellikle “doğa nedir?” sorusuyla başlayan ancak günümüzde evrenin daha tikel ve özel olgularını arayan bu uğraş, gerçekte konusunun veya nesnesinin hep aynı kaldığı bir sorgulamadır. Öyle ki, “doğada bulunan hareketliliğin ardında değişmeden kalan, daimi bir neden bulunabilir mi?” sorusuyla bu etkinliğe yaklaşan Platon ve Aristoteles, farklı iki temellendirmeyle evren tasarımlarını oluşturmuşlardır. Bu çalışmanın amacı ise doğa ve evren bilimi konusunun, Platon’da idealar kuramı; Aristoteles’te ise madde-form düşüncesi kapsamında açıklanması ve anlamlandırılmasıdır. Bu nedenle bakılan ilk çerçeve, benimsenen bu iki farklı bakış açısının, onların bilim anlayışları üzerine olan etkisini açıklamaktır. İkinci çerçeve ise bilim anlayışlarındaki konu, nesne ve yöntem tercihlerinin, doğa bilimi ve evren tasarımlarına nasıl yansıdığını ortaya koymaktır.
|
|
|
86.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Fahrettin Taşkin
Aristoteles ve Badiou'de Devlet ve Adalet
abstract |
view |
rights & permissions
Bu yazıda Aristoteles ve Badiou’nün devlet ve adalet kavramlarını karşılaştırarak (iki bin yıldan uzun bir sürede) söz konusu kavramların nasıl bir değişim geçirdiğini genel çizgileriyle saptamaya ve bu değişimden hareketle adalet ve devlet kavramları üzerinde tekrar düşünmeye çalıştık. Kuşkusuz çok farklı dönemlerde yaşamış olup fikirleri arasında birçok ortaklık bulunabilecek başka filozoflar seçilebilirdi. Başka düşünürlerin değil de Aristoteles ve Badiou’nün bu kavramlarla ilgili görüşlerini karşılaştırmamızın sebebi, sadece yaşadıkları dönemlerin değil, ayrıca konu hakkındaki görüşlerinin de birbirinden oldukça farklı olmasıdır. Bu farklılık, etiğin daha sahih bir soruşturmasını yapma olanağını verecektir. Buradan çıkan sonuçlar, belli bir adalet tanımına veya etiğe bağlı kalınmaması gerektiğini ortaya çıkarabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulmak istenen, etiğin hiçbir vakit temellendirilemeyeceği değil, temellendirmek için kendilerinden hareket edilmiş aksiyomların doğruluğunu tartışmaktır. Nihayetinde bu temelin insanın akıllı bir varlık olması kabulüne dayandığını ve onun bu özelliğiyle diğer tüm canlılardan koparıldığını ileri sürerek, etiğin ancak onun dünyayla bağı gerçekleştirildiğinde mümkün olabileceğini savunacağız.
|
|
|
87.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Çiğdem Yildizdöken
Attika Tragedyası ve Felsefe
abstract |
view |
rights & permissions
Attika topraklarında boy gösteren tragedyalar beslendiği Atina demokratia’sından daha uzun yaşayıp Akropolis’in politik, etik ve ontolojik-egzistansiyal bağlamda sözcüsü olarak klasik Yunan sanatının temelini oluşturmuştur. Bu klasik sanat, insanın hem kendi ne’liğini bulmasında hem de polis’in kendini tanıması ve müdafaasında gerekli unsurları her bir yurttaşa (polites) temin ederek “düşünme”nin yeniden düşünülmesine olanak vermiştir. Kökeni dramalarda temellenen bu “düşünme” physis ve yazılı hukuku, ahlaki değerleri, kültürü de içine alan nomos arasındaki çatışmayı gözler önüne sererken bu çatışmanın üstesinden nasıl gelineceğine dair ulaşılabilecek uzlaşının ne olduğu hususunda da araştırmaya koyulmuştur. Açığa çıkan araştırmada dağ yamacında konumlanan tiyatro sahnesinde (skene) beliren tragedyanın yanında yer alan philosophia olay hallerinin ötesinde tragedyadaki “hakikat” arayışına odaklanmıştır. Bu noktada tragedyada görünür olan hakikat, “acının bilgeliği”nin çağrısına kulak kesilerek yeni dünyanın eski dünya karşısındaki çatışmasında tüm karşıt fenomenleri ile yeniden düşünmeye bizi davet etmektedir. Düşünülen, eski dünyanın physis’inin ananke’si (η αναγκη) karşısında yeni dünyanın anankesidir. Trajik olan tam da bu karşılaşmada kendini ele vermektedir. Görmek-körlük arasında başlayan bu trajik oluş bizi, üstesinden gelmek isteyeceğimiz bir o kadar da vazgeçemeyeceğimiz ve tüm bunlara rağmen daha “yüce”sini isteme doğrultusunda paradoksallığın iyimser kaldığı bir alana sürükleyecektir. Bu bir sürükleyiştir; çünkü çekilen ızdıraplar artık duygu durumu olmaktan çıkarak acısını logos’un huzursuzluğunda açığa çıkarmaktadır. Bu bağlamda düşünmenin huzursuzluğunda gün ışığına çıkan tragedyaya ilişkin ele aldığımız çalışmamız bizi, dramalarla başlayan tragedyanın kaynağının ne olduğuna yönelik soruşturmaya ve tragedyadan felsefi alana geçişe imkân veren öğelerin ne olduğu konusunda araştırmaya götürmektedir. Bu nedenle çalışmamız, trajik düşünmenin görülenmesi uğruna tragedyanın kaynağına inerek felsefede neler olup bittiği üç büyük tragedya ozanını (Aiskhylos, Sophokles, Euripides) göz önünde bulundurmak suretiyle düşüncenin felsefi öğelerini araştırmayı amaçlamaktadır.
|
|
|
88.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Alber Erol Nahum
Alber Erol Nahum
Spinoza’nın Dil Kuramı: Eleştiriden Pratiğe
Spinoza’s Theory of Language: From Critique to Practice
abstract |
view |
rights & permissions
Bu makalede Spinoza’nın dil eleştirisinin ve çözümlemesinin tartışılması amaçlanmaktadır. Bilindiği gibi, Spinoza, İbranice hakkında yarım kalmış bir dilbilgisi kitabı kaleme almış olsa da, bugün dil felsefesi diye adlandırılan alanda bir yapıt vermiş değildir. Bununla birlikte, dil konusunun, anlama yetisinin düzeltilmesinin önemli ayaklarından biri olması ölçüsünde, Spinoza açısından, felsefi uslamlama için bir propedötik işlevi gördüğü söylenebilir. Hatta Spinoza’ya göre, kendisinden önce gelen bazı filozofların doğanın ortak düzenini ve zorunlu nedenselliğini kavrayamamış olmasının nedeni, tam da fikirlerin ve şeylerin bağlantı ve düzenlerini izlemek yerine, doğayı açıklamak için dilsel kategorilere başvurmalarıdır. İşte bu yüzden, felsefenin ilk adımlarından biri dilin bedensel-imgelemsel doğasının aydınlatılması olmalıdır. Böylelikle dilin felsefi amaçlar doğrultusunda, yani upuygun fikirlerin iletilmesi için kullanmasına zemin hazırlanacaktır. Bu yazıda, Spinoza’nın geliştirdiği dil kuramının, dil olgusunun psikolojik-bilişsel açıdan çözümlemesi kadar, kendine-gönderimli kavramsal bir dilin geometrik düzende kurulmasını da içerdiği ileri sürülecektir.
This paper aims to discuss Spinoza’s critique and analysis of language. Even though he wrote a book on Hebrew Grammar, Spinoza did not devote an independent study to the philosophy of language. But it seems as though that, from his viewpoint, this issue serves as a propaedeutic for philosophical reasoning, insofar as it is the basic component of the emendation of the intellect. In fact, according to Spinoza, one of the main reasons why some of the philosophers fail to grasp the common order of nature and its causal necessity, is the fact that they follow the categories of language, rather than the order and the connection of the ideas and things. Therefore, one must understand first and foremost the corporeal-imaginative nature of language, in order to use it for philosophical purposes, i.e. for communicating adequate ideas. So, it will be argued here that Spinoza’s theory of language involves a psychological-cognitive analysis of language as well as a more geometrico construction of a self-referential conceptuallanguage.
|
|
|
89.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Erim Bakkal
Erim Bakkal
Kripke’nin Kurgu Çözümlemesinde Ad ve Adımsı Arasındaki İlişki
Relation Between Name and Pretended Name in Kripke’s Analysis of Fiction
abstract |
view |
rights & permissions
Bu metindeki amacım Kripke’nin kurgu çözümlemesinde özel adlar ve adımsılar (pretended name) arasındaki ilişkiyi ele almak. Kripke için özel adlar değişmez imleyicilerdir (rigid designator), yani tek bir varlığı/şeyi var olduğu tüm olanaklı dünyalarda biricik belirlerler. Adımsılar ise kurgusal söylemde ortaya çıkan kurgunun taslamasının bir parçasıdır; yani kurgu dünyadaki karakterlerin adlarıdır. Kripke’ye göre adımsılar sadece gerçek adları taklit eden fakat taklit ve benzerlik ilişkisinden öte bir ilişkileri olmayan, adlardan kategorik olarak farklı şeylerdir. Fakat Kripke için adlar ve adımsılar kategorik olarak farklı olsalar da bu iki dilsel birim birbirlerini belirler gibi gözükür. Yani “Sherlock Holmes” özel adı, “Sherlock Holmes” özel adımsısı ile eşseslidir fakat bunun gerekçesi yeterince açık değildir. Bu açık olmama durumu kurgusal karakter adlandırma önermelerinin adlandırıcı açısından a priori ve olumsal mı olduğu yoksa a posteriori ve zorunlu mu olduğu sorusuyla ilişkilidir. Böylelikle bu belirleme ilişkisi ya zorunlu ya da olumsal bir ilişkidir. Ben bu belirleme ilişkisinin olumsal olduğunu savunacağım. Fakat bu belirleme ilişkisi olumsal olsa da ad ve adımsı arasında eşseslilik açısından sıkı bir ilişki olmaya devam eder. Ben bu sıkı ilişkinin genellikle kendiliğinden bir ilişki olduğunu, kurgu karakterin önce adı olabileceği gibi ilişkilendiği adımsısı da olabileceğini ve bu ayrım yeterince düşünülmediği için genellikle ad ve adımsının eşseslilik açısından çakıştığını savunacağım. Fakat ilişkilendiği adımsı ve özel adı eşsesli olmayan karakterler de olabileceğini ileri süreceğim. Son olarak ise bu dediklerimizden adımsıların geçtiği betimlemeler üretebileceğimizi ve bunlar yoluyla da kurgu varlıklara değişen imleyiciler olarak gönderimde bulunabileceğimizi savunacağım.
My purpose in the article is to explore the relation between proper names and pretended names in Kripke’s analysis of fiction. According to Kripke, proper names are rigid designators, so they designate the same object in all possible worlds in which that object exists. In contrast, pretended names are part of the pretense in fiction; they are names of fictional entities in fictional worlds. For Kripke, pretended names just pretend real names but there is no further relation apart from a similarity between them. Although in his view, names and pretended names are categorically different from each other, they seem to determine each other. That is, the proper name “Sherlock Holmes” and the pretended name “Sherlock Holmes” are homophones. However, the reason for their being homophone is not clear enough in this view. That unclarity concerns the question of whether the propositions that are used to name fictional entities are a priori contingent or a posteriori necessary. Thus, the relation of determining is either necessary or contingent. I will defend that it is contingent. However, though it is contingent, names and pretended names have a strict relation in the sense of being homophone. I will argue that this strict relation is generally a spontaneous relation; there are two possibilities: fictional entities have names before the associated pretended names come to existence or vice versa. I think names and pretended names generally coincide because this relation is not being thought thoroughly. Finally, I will defend that we can produce descriptions in which pretended names occur and we can refer to fictional entities non-rigidly via these descriptions.
|
|
|
90.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Ece Saraçoğlu
Ece Saraçoğlu
Aristoteles ve Heidegger’de Zamanın Amaçsal Araçsallığı
The Teleological Instrumentality of Time in Aristotle and Heidegger
abstract |
view |
rights & permissions
Aristoteles ve Heidegger’in zaman görüşleri onların ontoloji temelli düşüncelerinde önemli bir yere sahip olmasına rağmen, “amaçsal araçsallık” anlayışıyla ilişkili olarak derinlemesine irdelenmez. Hâlbuki bu düşünürlerin görüşlerindeki amaçsal araçsallığın yakından incelenmesi, hem onların zaman felsefelerinin hem de genel olarak zamanın “yapıcı ve kurucu” özelliğinin daha anlaşılır olmasını sağlamaktadır. Aristoteles’in ve Heidegger’in ontolojik zaman soruşturmaları, zamanın amaçsal anlamda da araçsallığının olanaklı olabileceğine işaret etmektedir. Bu fikirden hareketle meydana getirilen bu makale, Aristoteles ve Heidegger’in zaman düşüncelerini amaçsal araçsallık ışığında incelemeyi amaçlamaktadır. Bu sebeple yazının ilk bölümünde, zaman ve araçsallık kavramlarının anlamı ve içeriği kısaca betimlenmektedir. Bu betimlemenin temel nedeni, bu kavramların yaygın kullanılan anlamlarının dışına çıkabilmeyi sağlamaktır. Yazının ikinci ve üçüncü bölümlerinde ise, sırasıyla Aristoteles ve Heidegger’in zaman felsefelerinde amaçsal araçsallık fikrinin nasıl görünür olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Although Aristotle’s and Heidegger’s notion of time takes an important place in their ontological thoughts, it is not scrutinized in relation to understanding of “teleological instrumentality” thoroughly. Whereas, a close reading of the teleological instrumentality in these thinkers opinions provides more understandable both in their philosophy of time and “constitutive and constructive” feature of time in general. Aristotle’s and Heidegger’s ontological time investigations indicate to be teleological instrumentality meaning of time in possible. From this point of view, this article aims to examine the time thoughts of Aristotle and Heidegger in the light of the teleological instrumentality. Therefore, the meaning and content of time and instrumentality concepts are described in the first part of this study. The basis reason of this description is that it can be provided to digress of commonly used meanings of these concepts. In the second and the third parts of this study, the idea of teleological instrumentality is demonstrated how to be appear in Aristotle’s and Heidegger’s philosophy of time respectively.
|
|
|
91.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Murat Baç
Murat Baç
Teknoloji Felsefesinin Antropolojik ve Görüngübilimsel Kipleri Üzerine Bir Sorgulama
An Investigation on the Anthropological and Phenomenological Modes of Philosophy of Technology
abstract |
view |
rights & permissions
Öz: Teknoloji felsefesi görece olarak genç bir akademik alt-alan olmakla birlikte, ontoloji, epistemoloji, siyaset felsefesi, etik ve estetik gibi felsefe disiplininin daha köklü alt-alanlarıyla önemli bir kavramsal ilişki ağı içinde bulunmaktadır. Ayrıca bu dalın temel bazı meselelerinin derinlemesine incelenmesinin sosyoloji, antropoloji, psikoloji ve siyasi bilimler gibi disiplinlerin birikimlerinden ve yaklaşımlarından yararlanmayı da gerekli kıldığını belirtebiliriz. Bu yazımda teknoloji felsefesi alanını genel hatlarıyla ve güncel olgular ışığında kısaca tanıttıktan sonra, bu alanda ilginç ve kuramsal yönden değerli bulduğum iki sorunsalı sergileyip irdeliyorum. İlki toplumsal bir gerçek olarak teknolojinin nasıl bir doğası, karakteri veya kendini ileri taşıma itkisi olduğunun sorgulanmasıdır. Bu çerçevede, söz konusu literatüre 20. yüzyılda önemli katkılar yapmış olan Jacques Ellul, Hans Jonas ve Arnold Gehlen’in antropolojik-felsefi boyuttaki önemli bazı düşüncelerini açıklayıp tartışıyorum. İkinci olarak, Albert Borgmann’ın Heidegger’in fikirlerinden ilham alarak ürettiği “odaklı pratikler” kavramını betimleyerek onun görüşlerine gelen tepkilerden bazılarını ele alarak inceliyorum. Yazının son kısmında, çağdaş teknolojinin çoğulculuk, değişkenlik ve geçişkenlik kavramları üzerinden oluşan yeni felsefi kimliğine ilişkin bazı görüngübilimsel düşünceler sunuyorum.
Despite its relatively recent identity as a sub-field, philosophy of technology is obviously situated in a web of significant conceptual relationships with the more entrenched areas of philosophy such as ontology, epistemology, political philosophy, ethics and aesthetics. Furthermore, one can reasonably claim that an in-depth scrutiny on some of the fundamental issues of this branch of philosophy would incontrovertibly bring to bear the insights and approaches of certain disciplines like sociology, anthropology, psychology, and political sciences. In this paper, I introduce the subject matter broadly and in light of some current social events and then mainly scrutinize two interesting and controversial debates. The first of these is about the “character” or “impetus” of technology as a social phenomenon. In that context, I explicate and discuss the anthropological-philosophical views of Jacques Ellul, Hans Jonas and Arnold Gehlen who made remarkable contributions to the pertinent literature in the 20th century. Secondly, I broadly describe Albert Borgmann’s Heidegger-inspired idea of “focused practices” and display some of the prominent responses to that view. In the last part of the paper, I provide my thoughts with regard to the notions of pluralism, dynamism and fluidity in association with contemporary technology.
|
|
|
92.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Fahrettin Taşkin
Fahrettin Taşkin
Heidegger’de Hiç Kavramı Üzerine
On the Concept of Nothing in Heidegger
abstract |
view |
rights & permissions
Sadece dış dünya değil, düşünülebilir şeyler de ‘var’dır. Bu durumda Varlık ile belirlenmemiş olan, yolu Varlık’tan geçmemiş olan bir şey düşünülemez. Düşünülebilir şeyler arasında yalnızca Hiç’e varlık atfedilemez, zira ona varlık atfedildiği anda o, artık Hiç olmayacaktır. Bu nedenle Heidegger Hiç için ‘Hiçer’ ifadesini kullanır. Yine de bu, Hiçin Varlık soruşturmasında dışarıda bırakılması gerektiği anlamına gelmez. Hiç tam da ‘varlık-sız’ olduğundan Varlığın anlamını soruşturmak için önemli bir perspektif imkânı sunar. Heidegger, ‘varolanlar vardır’ denildiğinde, asıl üzerinde durulması gerekenin ‘vardır’ ifadesi olduğunu düşündüğünden Varlığın anlamını, ‘varolanlardan soyarak’ daha önce yapılmamış bir tarzda soruşturur. Biz de burada onun bu soruşturmada başvurduğu en önemli kavramlardan biri olan Hiç üzerinde duracağız. Heidegger, Varlığın anlamını soruşturmak için Hiçi öyle bir tarzda ele alır ki bu Hiçin sonunda Hiç olarak kalıp kalmayacağından şüphe edebilir ve şunu sorabiliriz: Bir fenomen olarak ele alınan Hiç, tamamen boş ve hatta üzerinde düşünülemeyecek bir Hiçliği mi işaret eder, yoksa o, bir şekilde ele geçirilebilir bir ‘şey’ midir? Bir şekilde tecrübe edilebiliyorsa o, artık Hiç olarak kalabilir mi? Heidegger’e göre Hiç, bir şekilde dünyaya gelerek insan varlığında ele geçirilebilir, öyleyse biz de burada onun Hiçi, Hiç olarak bırakmadığını ve Varlığa taşıdığını savunacağız.
There ‘is’ not only the external world, but also thinkable things. In this case, something that is not determined by Being and whose path has not passed through Being is unthinkable. Among the thinkable things, only Nothing cannot be attributed by being, for as soon as existence is attributed to it, it will no longer be Nothing. That is why Heidegger uses the phrase of ‘to not’ for Nothing. Yet, this does not mean that Nothing should be excluded from the Being investigation. Rather, it provides an important perspective to investigate the meaning of Being, exactly because it has not had ‘existence’. By ‘stripping beings from their existence’, Heidegger investigates the meaning of Being in a way that has not been done before, because he thinks that when we say that ‘there are beings’, it is ‘there are’ statement which should be emphasized on. So, we will focus on Nothing, which is one of the most important concepts that Heidegger has applied in his investigation. Heidegger, in order to investigate the meaning of Being, takes Nothing in such a way that we can doubt whether this Nothing will eventually remain as Nothing and we can ask: Does Nothing, taken as a phenomenon, signify an exactly empty and even unthinkable Nothingness, or, is it a ‘thing’ that can somehow be captured? If Nothing can be experienced somehow, can it still remain Nothing? According to Heidegger, Nothing can come into the world in a way and be captured in human existence, so here we will argue that he did not leave Nothing as Nothing and carried it into Being.
|
|
|
93.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Ogan Yumlu
Ogan Yumlu
Hukuk, Siyaset ve Ahlak Kesişiminde Kant’ın Aleniyet İlkesi
Kant’s Principle of Publicity on the Intersection Point of Law, Politics and Morality
abstract |
view |
rights & permissions
Bu makale, Kant tarafından hukukun formel niteliği olarak tanımlanan aleniyet ilkesinin nasıl yorumlanması gerektiğine dair bir tartışma sunmaktadır. Kant bu ilkeye yalnızca Ebedi Barış adlı makalesinde kısaca değinmiş olmasına rağmen aleniyet ilkesi Kant felsefesinin hukuk, siyaset ve ahlak boyutlarının kesişim noktasında önemli bir yer tutmaktadır. İncelemede Kant’ın Ebedi Barış adlı makalesinin yanı sıra diğer ilgili eserlerinde sunduğu fikirler de dikkate alınarak, aleniyet ilkesine dair iki farklı yorumun imkanından söz edilecektir. Birinci yorum, onun Ebedi Barış makalesinden türeyen ve ‘monolojik yorum’ olarak adlandırılabilecek bir yaklaşımdır; ikinci yorum ise Aydınlanma Nedir makalesinden hareketle türetilebilecek alternatif bir okumayla şekillenen ‘diyalojik yorum’dur. Birinci yorumda aleniyet ilkesi, a priori nitelikte bir düşünce usulü olarak değerlendirilmektedir; ikinci yorumda ise aynı ilke kamuoyu önünde gerçekleşecek fiili bir tartışmaya işaret etmektedir. İncelemenin sonuç kısmında Kant felsefesinde aleniyet ilkesine dair hem monolojik hem de diyalojik yorumun bir karşılığı bulunduğu savunulacaktır.
This paper presents a discussion regarding the interpretation of Kant’s principle of publicity, which he views as the formal attribute of law. Although Kant has referred to this principle briefly in only one of his writings Perpetual Peace, the principle of publicity holds an important place on the intersection point of the legal, political and moral dimensions of Kantian philosophy. In this study, taking into account the Perpetual Peace other related writings of Kant, it will be argued that two different interpretations of the principle of publicity would possibly emerge. The first interpretation emerges out of the Perpetual Peace and it might be labelled as the ‘monological interpretation’, while the second is the ‘dialogical interpretation’ that might emerge from an alternative reading of his What is Enlightenment text. In the first interpretation, the principle of publicity is understood as an a priori thought procedure; whereas in the second interpretation the same principle refers to an actual public discussion. In the concluding part of the study, it will be argued that both the monological and the dialogical interpretations have a certain ground in Kantian philosophy.
|
|
|
94.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Doğan Barış Kilinç
Doğan Barış Kilinç
Felsefeyi Gerçekte Kim Başlattı ya da İlk Filozoflar
Who Really Started Philosophy or First Philosophers
abstract |
view |
rights & permissions
Sadece tarihi ilgilendiriyor gibi görünen felsefenin başlangıcı problemi, şüphesiz tarihsel bir meseledir, ama aynı zamanda felsefenin kendisine de ait bir konudur, çünkü bu probleme ilişkin değerlendirmeler zorunlu olarak felsefenin doğasını açığa vurmaktadır. Felsefeyi Miletli Thales’in başlattığına ve ilk filozof olduğuna dair yerleşik bir gelenek söz konusudur; bununla birlikte, felsefe kendine özgü belirlenimler kazanıp kendini belirlemesini sağlayan belli bir gelişme sürecinin ürünüdür ve bu bakımdan birçok filozofun emeğine gerek duymuştur. Felsefe tarihinin ilk döneminde Grek filozoflar yeni başlangıçlar yapmışlar ve böylelikle felsefenin yeni yönlerinin açığa çıkmasına hizmet etmişlerdir. Bu çalışmada, felsefenin sadece bir kurucusu değil kurucuları olduğunu vurgulamak üzere Thales’ten Aristoteles’e dek Grek filozofların felsefenin oluşumuna sağladıkları katkı irdelenecektir.
The problem of beginning of philosophy, which only seems to concern history, is surely a historical matter, but also a subject belonging to philosophy itself, for the considerations about this problem necessarily reveals the nature of philosophy. There is a tradition that it is Thales of Miletus who started philosophy and was the first philosopher; however, philosophy is a product of a certain development process, by which it has acquired specific determinations and determined itself, and in this regard, it has required the labors of many philosophers. In the initial period of philosophy Greek philosophers made new beginnings and so served to the revealing of new aspects of philosophy. In this study, in order to emphasize that philosophy has not only one founder but founders, the contributions Greek philosophers from Thales to Aristotle made to the becoming of philosophy will be treated.
|
|
|
95.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Ercan Salgar
Ercan Salgar
Atomcu Felsefe ve Modern Bilim
Atomist Philosophy and Modern Science
abstract |
view |
rights & permissions
Modern bilimin kuruluş sürecinde, Grek menşeli atomcu felsefenin bir etkisinin olup-olmadığı ya da olduysa hangi bakımlardan olduğu bir tartışma konusudur. Söz gelimi E. Burtt, A. Koyré ve T. Kuhn gibi bilim filozofları, modern bilimin kuruluşunda atomcu felsefenin, bariz bir etkisinin olmadığını ileri sürerlerken, A. Chalmers ve D.C. Lindberg gibi düşünürler ise belirli bir düzeyde etkisinin olduğunu iddia etmişlerdir. Bu çalışmanın amacı, modern bilimin oluşum sürecinde Grek menşeli atomcu öğretinin ne türden bir etki ve öneme sahip olduğunu araştırmaktır. Bu maksatla öncelikle Grek menşeli atomcu öğretinin temel görüş ve tezleri, kısaca ortaya konulmuş daha sonra bu görüşlerin tarihsel süreç içerisindeki seyri betimlenmiş ve nihayetinde bu öğretinin modern dönemde özellikle de P. Gassendi, R. Boyle ve I. Newton gibi düşünürler üzerinde ne türden bir etkisinin olduğu ortaya konulmuştur. Nihayetinde modern bilimi nihai formuna ulaştıran düşünürün I. Newton olduğu kabul edildiğinde, Epikuros üzerinden alınan atomcu öğretinin, Newtoncu bilim tasarımını oldukça şekillendirdiği söylenebilir.
It is a matter of debate whether the Greek origin atomist philosophy had an effect or if it did, in what respects in the constitution process of modern science. For example, philosophers of science such as E. Burtt, A. Koyré, and T. Kuhn argue that atomic philosophy did not have an obvious influence on the constitution of modern science, while thinkers like Chalmers and D.C. Lindberg claimed that it had a certain level of influence. The aim of this study is to research the effect and importance of the Greek-origin atomist doctrine in the constitution process of modern science. For this purpose, first of all, the basic views and theses of the atomist doctrine of Greek origin were briefly presented, then the course of these views in the historical process was described, and finally, what kind of effect this doctrine had on thinkers such as P. Gassendi, R. Boyle and I. Newton in the modern period. has been revealed. Finally, when it is accepted that the thinker who brought modern science to its final form was Newton I, it can be said that the atomist doctrine taken from Epicurus formed the Newtonian science design.
|
|
|
96.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Mehmet Fatih Elmas
Mehmet Fatih Elmas
Kant’ta Mutluluğun Ahlaki Kılınması ile Ahlaklılık Temelinde Kurulan Dinsellik
Happiness as a Subject of Ethics in Kant and Religiousness Based on Morality
abstract |
view |
rights & permissions
Düşünce tarihinin neredeyse her döneminde insanı ahlaki bir faile dönüştürebilmek amacıyla çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Bu kuramlarda genel olarak insanın ahlaki bir ilkeyi kendi eylemsellik alanına tatbik etmesi için gerekli olan şeyin ve erdemli davranışlarla erişilmesi hedeflenen mutluluğun ne olduğu üzerine bir düşünme faaliyeti gerçekleşir. Geliştirilen yanıtlar arasında şüphesiz çok seçkin bir yere sahip olan kuram, Kant’a aittir. Kant’a göre doğa alanında eğilim ve isteklere bağlı davranışlarla amaç olarak mutluluğa ulaşmak, insanı ahlaklı kılmaz. Bu bakımdan, insanı mutlu kılan şeyin değil, onu iyi yapan, bir ahlaki faile dönüştürmenin olanağını soruşturur. En yüksek iyiyi gerçekleştirmeyi, eğilim ve isteklere bağlı bir amaç olarak belirlenen çeşitli türden mutluluklara ulaşma çabasıyla eşitleyen tüm anlayışlar karşısında Kant, en yüksek iyiyi gerçekleştirmenin ilk koşulunu ahlaklılık, ikinci koşulu olarak –birinci koşul sağlandığı takdirde- ortaya çıkacağına inandığı mutluluk olarak belirler. Ona göre yalnızca ahlak yasasıyla belirlenen erdemli davranışların sonucunda gerçekleşeceği beklenen, aklın bir ideali olarak mutluluk insanı ahlaklı kılabilir. Nitekim özerk bir biçimde kendisi için koyduğu yasayla, akıl sahibi bir varlığını kişilik sahibi bir varlığa dönüştüren insan aynı zamanda ahlaki değer taşıyan davranışlarda bulunmanın sonucunda hep bir beklentisi olan bir varlıktır. İnsanın bu beklentisine yanıt, dinden gelir. Burada Kant, geliştirdiği ahlak öğretisinin mutluluk öğretisi olarak da adlandırılabilmesinin koşulunu ortaya koyar. Buna göre sırf akıl talep ettiği için insana ödevler yükleyen yasa zemininde temellenen en yüksek iyiyi gerçekleştirme isteğiyle, aklın yasa koyuculuğu altında yaşadığımız için içimizde doğan iyiyi gerçekleştirme arzusuyla dine yönelindiğinde ancak ahlak öğretisi bir mutluluk öğretisi olabilir. Bir başka deyişle, yalnızca ahlaklılık temelinde tesis edilen bir dinsellikle mutluluk ahlaki kılınabilir. Bu yazıda mutluluğun nasıl ahlaki kılınabildiği ya da mutluluğa layık olabilmek için ne yapılması gerektiği konusu irdelenip, en yüksek iyiye yönelen insana yüklenilen ödevlerin tanrısal buyruklar olarak benimsenmesiyle mutluluktan pay alma umudunu doğuran ahlak temelli din anlayışına dikkat çekilmektedir.
History of ideas is full of theories which design human beings as moral agents. These theories usually posit how a general moral idea can be put into practice in human life and what sort of a happiness could be achieved through moral behavior. Kant’s theory has a very special place among all set of ideas. To Kant, being driven by natural tendencies and desires to achieve happiness is the wrong way to be counted as acting morally. Then asks Kant, what makes a human being a well-acting moral agent instead of a happy one. Against all the theories equalizing happiness, the highest good, with fulfilled natural tendencies and desires, he argues that ethical behavior must come first, and the happiness must come after as only a result of that. In this regard, happiness as a result of ethical behavior and a rational ideal is the only ethical choice to make one happy, because after this ethical effort which is rooted in independent rational laws of the agent turns a rational agent into a moral character and is always followed by an anticipation for utility and this anticipation is fulfilled, to Kant, by religion. In this way, Kant’s demand for his ethical theory to be called as a happiness theory is grounded, since the happiness is possible through rational laws which calls the moral agent on duty. In other words, happiness is possible only with a religiosity based on ethics. In this essay, I aim to, from the Kantian point of view, elaborate how happiness can be moralized or how one deserves happiness, and I shall describe Kantian religion based on ethics, where the ethical duty replaces divine order on the way to the highest good and taking a share from happiness.
|
|
|
97.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Ayşe Gül Çivgin, Ümit Öztürk
Ayşe Gül Çivgin
Sanatçının Yaratımından Açılan Farklı Sahneler: Aristoteles’ten Platon’a "Tragedya" Ekseninde Bir Geri Dönüş
Different Scenes from the Artist’s Making: A Return from Aristotle to Plato on the Axis of “Tragedy”
abstract |
view |
rights & permissions
Bu çalışma, Aristoteles ve Platon özelinde, “poiēsis” fiilinin iki farklı tarzda kavramsallaştırmasından doğan yapıca uzlaşmaz iki “tragedya” anlayışını irdeleme amacı taşımaktadır. Bunun için, Peri Poiētikēs Tekhnēs ile Politeia metinleri yol gösterici olarak seçilmiştir. Tartışmamızı “mimēsis” bağlamına yerleştirerek, bir yandan “poiēsis” etkinliğine diğer yandan ise “poiēsis” etkinliğinin gerçekleştiricisi olan “poiētēs”e yönelip, bu kavramların bahsedilen iki filozofun “sanat” ve “felsefe” kavrayışlarındaki yerini açmayı deniyoruz. Bu denemeyi ise tragedya bağlamında karşımıza çıkan fâil, fiil, münfâil hâl ve seyirci mefhumları üzerinden derinleştirmeye çalışıyoruz. Böylece, sunduğumuz eleştirel değerlendirmelerden hareketle, aslında Aristoteles’in değil, fakat Platon’un “sanat”ın bir “tekhnē (ustalık)” ve “poiētikē (yaratıcılık)” olarak asıl anlamını yakalamış olabileceğine dair bir ipucu bırakıyoruz.
This study aims to examine two structurally irreconcilable understandings of “tragedy” arising from the conceptualization of the act of “poiēsis” in two different ways, in particular for Aristotle and Plato. For this, the texts Peri Poiētikēs Tekhnēs and Politeia have been chosen as guides. By placing our discussion in the context of “mimēsis,” we try to open the place of these concepts in the understanding of “art” and “philosophy” of the two mentioned philosophers, by turning to the activity of “poiēsis” on the one hand and “poiētēs,” the performer of the activity of “poiēsis,” on the other. We are trying to deepen this essay through the notions of actor, action, passion, and spectator that appear in the context of tragedy. Thus, starting from the critical evaluations we have presented, we leave a hint that Plato, but not Aristotle, may have captured the original meaning of “art” as a “tekhnē (skill)” and “poiētikē (creativity).”
|
|
|
98.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Zeynep Duran
Zeynep Duran
Kirene Okulunda Mutluluk Ahlakının Reddi
The Rejection of Eudaimonism in the Cyrenaic School
abstract |
view |
rights & permissions
Antik Yunan felsefesinde “nasıl yaşamalıyız?” sorusuna farklı okullar tarafından verilmiş farklı cevaplar, büyük ölçüde “mutluluk ahlakı” (eudaimonism) ile ilişkilendirilir. Buna göre, insan yaşamının nihai ereği, merkezinde erdemin yer aldığı mutluluktur. Sokratesçi küçük okullar arasında yer alan ve kendine özgü bir hazcı ahlak anlayışı benimseyen Kirene Okulu ise, haklarındaki sınırlı antik kaynaklardan edindiğimiz tanıklıklar ışığında, bu genel çerçevenin dışında duruyor gözükür. Bu yazı, Okulun ahlak kuramının geleneksel Yunan mutluluk ahlakı ile uyuşmama iddiasını, Okulun benimsediği şüpheci bilgi kuramı ile gerekçelendirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için, Okulun, bilgi kuramlarına dayanan üç temel fikir kabul ettiği öne sürülmüş ve bu fikirler doğrultusunda mutluluk ahlakı altında yer alan varsayımları reddettiği gösterilmeye çalışılmıştır.
The different answers given by various schools to the question “how should we live?” in ancient Greek philosophy are largely characterized as eudaimonistic: The ultimate goal of human life is eudaimonia which comprises virtue at the heart. Considered among the minor Socratic schools and embracing a distinctive hedonistic moral philosophy, the Cyrenaic School seems to be outside of this general framework in the light of the testimonies about them from the scanty ancient sources. This paper aims to justify the claim that the School’s moral theory is incompatible with the traditional Greek eudaimonism, by means of the sceptical epistemology embraced by the School. To this aim, it is asserted that the School holds three basic views depended on their epistemology. Thereby, it is tried to attest that the School rejects the very assumptions behind the concept of the eudaimonism in line with these views.
|
|
|
99.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Anıl Ünal
Anıl Ünal
"Borges’in" Özne Çürütmesi
“Borges’” Refutation of the Subject
abstract |
view |
rights & permissions
Bu çalışma, Jorge Luis Borges’in Öteki Soruşturmalar ismiyle 1952’ de yayınlanmış denemelerinden “Zamanın Yeni Çürütülmesi” nin yakın okumasını sunuyor. Orijinal makale birbirinden farklı anların özdeşliği düşüncesi üzerinden özneyi ve zamanı yadsıyor. Bu çalışma ise orijinal argümana tümüyle sadık bir biçimde odağa özneyi ve böylece de yazarı yerleştirerek meseleyi tekrar tartışmaya açıyor. Bu tartışmaya orijinal makalede de olduğu gibi Berkeley ve Hume’un fikirleri eşlik etmektedir. Bu fikirleri tekrar ele alma düşüncesinin ardındaki motivasyon Borges’in fikirlerini çürütmek ya da yeni fikirler ile desteklemekten çok, Borges’in tüm yazınına nüfuz eden – tam da öznenin yitirilmesi üzerinden yazma fiilinin faillerini yazma ediminde birleştiren – kuramsal yapının ortaya konulduğu bir yazma performansı olarak anlaşılabilir.
This essay presents a close reading of Borges’s “A New Refutation of Time” published in his essay collection Other Inquisitions, in 1952. The original article undermines the notion of subject and that of time through the idea of the identity of different moments, whilst this work readdresses the discussion by bringing the subject and thus the writer into focus in a way entirely faithful to the original argument. Just as in the case of the original paper, the discussion is accompanied by the ideas of Berkeley and Hume. The motivation behind readdressing these ideas is not to refute Borges’s ideas or to support them with new ones; rather, the motivation can be understood as a writing performance where the theoretical structure influencing the whole literature of Borges, which unites the agents of the act of writing in the act of writing by undermining the notion of subject, is put forward.
|
|
|
100.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Özlem Yilmaz
Özlem Yilmaz
Biyoloji Felsefesinde Organizma Kavramı
The Concept of Organism in Philosophy of Biology
abstract |
view |
rights & permissions
Çevre sorunlarının katlanarak arttığı ve biyoloji biliminin büyük sıçramalarla geliştiği günümüzde organizma kavramının incelenmesi, hem kendi doğamızı (dolayısıyla da diğer canlılarla etkileşimlerimizi) hem de günümüz biyolojisindeki değişimleri daha iyi anlayabilmemiz için faydalı olacaktır. Bu çalışma, organizma kavramını özellikle organizmaçevre etkileşimi üzerinden inceleyerek günümüz biyolojisindeki önemini vurgulayacaktır. Organizma kavramı özellikle Modern Sentezden, Genişletilmiş Evrimsel Senteze geçişle birlikte ayrı bir önem kazanmıştır. Köklerini yirminci yüzyılın başlarındaki organizma-merkezci biyolojiden alan bu kavramın gelişimi, son birkaç on yıldır biyoloji biliminde gerçekleşmiş olan gelişmelerle (özellikle gelişim biyolojisi, sistem biyolojisi ve ekoloji dallarında) iyice dinamikleşmiştir. Organizma kavramının gelişimini incelemek sadece biyoloji biliminin felsefesi açısından değil, bunun yanında, insan olarak kendi biyolojik varlığımızı -organizma- ve çevremizle (hem abiyotik hem de biyotik) olan etkileşimlerimizi, tekrar düşünmek açısından değerlidir.
Today, when the number of environmental problems is multiplying and the science of biology is advancing by leaps and bounds, the analysis of the concept of organism is useful for both understanding our nature, which includes our interactions with other living entities, and understanding developments in the contemporary biology. This paper examines the concept of organism especially through organism-environment interaction and emphasizes its importance in contemporary biology, where the concept of organism has gained more importance—particularly with the transition from Modern Synthesis to Extended Evolutionary Synthesis. The development of this concept, which has roots in the organism-centred biology of the early twentieth century, has become even more dynamic with advancements in biology in recent decades (especially in the sub-fields of developmental biology, systems biology, and ecology). Examining the development of this concept is valuable not only for philosophy of biology but also for re-conceiving ourselves as living entities—that is, organisms—and, consequently, re-thinking our interactions with our environment (both abiotic and biotic).
|
|
|